
Dergide nice anlı şanlı bisiklet ustası gelip geçerken size bisikletçi rolü kesecek değilim. Dert yanma benimkisi, dert paylaşma olacak…
Ehliyeti alış tarihim askerlik sülüs tarihimle aynı olup ehliyeti aldıktan sonra bir araba koltuğu yerine askerlik ranzasına oturduğumdan mıdır nedir, 25 yaşlarıma kadar Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevda’sını anımsatacak hâl ve hareketler sergilediğim vakidir (ilgili eser, kimsenin okumaya tenezzül buyurmamasına karşın ilk realist Türk romanı olduğu için ismi liseye kadar okuyabilen herkesçe öğrenilmişti). Çocukluğumun hayali BMW Z3 aradan geçen yıllara rağmen benim gündüz düşlerimde hiç eskimeden pırıl pırıl parlardı. Gerçi, hayaller üst segment spor arabayken hayatlar Linea’ydı ama olsun, araba arabaydı işte. Sonra, şu veya bu derken tekrar yaya kalıyorsun hayat yolunda. Derken, deneyimin artıp yaşama bakışın değiştikçe bunu neredeyse hiç önemsemediğini fark ediyorsun. Elbette, siyah bir Carrera yine çekici veya 250 beygirlik kiralık spor arabanın gazına abanmak yine çok keyifli ama, o eski heyecan, o hırstan eser kalmamış oluyor bünyede.
Sonra bir gün diyorsun ki, iyice hareketsizleştim ya hu, işi mişi de riske etmeden nasıl hem faydalı hem işlevsel bir çözüm bulabilirim? Buluyorsun da sonra, bisiklet! Bisiklet, benim durumum için harika bir çözüm olacaktı. Ne var ki, bisikleti alınca başıma geleceklerden habersizdim.
İşe bisikletle geldiğim ilk gün, Lobi Bar’ın mucit personeli Furkan (kendisi sürekli yeni içecek karışımları denemektedir), biraz kıvrandıktan sonra çay molasındayken üzüntüsünü benimle paylaştı: “Abi, valla seni bisikletle görünce çok üzüldüm. Biraz daha koyup bi’ Şahin alsaydın bari, istersen borç da veriyim.” Gülsem mi, duygulansam mı bilemedim, Furkan’la olan samimiyetime binaen küfürlü bir cümle kullanıp elimde olmadan gülerek bu nazik teklifini reddettim. Furkan’ları var eden toplumsal sistemimizde, bisikletle işe gidip gelmek tartışmasız bir garibanlık göstergesiydi. Eğer zenginliğinizden şüphe edilmiyorsa da olsa olsa bir züppelik alameti olabilirdi.
Ertesi gün telefonda anneme işe bisikletle gidip gelmeye başladığımı söylediğimde, kendisi bana Stockholm’de yaşamadığımızı hatırlatma gereği duyarak vazgeçmemi salık verdi. Trafikte yeterince dikkatli ve temkinli hareket ettiğime inandığım için kendisini yatıştırdım.
Birkaç akşam sonra, geceye kaldığım bir gün, çıkışta tepe yöneticilerden biri hâlime acıdığından mı yoksa ruhumdaki gizli tembeli sezdiğinden mi bilinmez, beni eve bırakmayı teklif etti. Bisikleti de aracın arkasına rahatlıkla atabilirmişiz üstelik. Adam haklı, bu bisiklet oraya sığar, ben de ön koltukta rahat bir şekilde eve gidebilirim. Teklif o an çok cazip gelmişti, aklımı çelmişti, düşündürtmüştü ama direndim içimdeki tembele. Yok abi dedim, ben hareket olsun diye aldım. Oo, çok iyi, çok güzel, çok tebrik ediyorum seni dedi. Sonra kendisinin de hareketsiz yaşadığından ve bundan memnun olmadığından bahsetti. Samimiydi. O jipiyle, ben iki tekerim ve çakar lambamla gittik evlerimize.
Geçen kuzenle telefonda konuşurken bisiklet aldığımdan bahsettim, son zamanlardaki ekonomik sıkıntılarımdan da haberdar, ben böyle deyince bir yutkundu. O an yanında değildim ama yutkunduğuna yemin edebilirim. Sustu kısa bir an, duraksadı, sanki, ne diyeceğini bilemedi. Valla çok iyi yapmışsın dedi ama sesi ne kadar samimiydi?
Yağmurlu günlerde toplu taşıma kullanıyorum, henüz yağmur çamur dinlemeyen sıkı bir bisikletçi olmadığımdan olsa gerek. Seneye ise kar hariç bir şey beni durduramaz diye umuyorum.
Trafikte ilerlerken bisikletin avantajlarını yaşadığımda, ağırlık antrenmanlarını daha rahat çıkardığımda, çok koştuğum zamanlardaki gibi kendi ayaklarımın, kendi kaslarımın gücüyle yol aldığımı görüp hissettiğimde, tüm bu komik tepkilere değdiğini anlıyorum. Öte taraftan, tek böbreği karaborsada okutup koluma bir Rolex takarak da bisikleti parasızlıktan değil, gerçekten sağlıklı yaşam ve o eşsiz keyfi için aldığımı insanları daha kolay ikna edebilirim. Bu planım için tek pürüz, Somalili dostlarımızın köşe başlarında çakma Rolex satıyor oluşu; eğer bisikletle işe gidip geliyorsan Rolex’in de çakma olsa gerek… Somalililerle bir ara görüşüp onları artık telmaşa Rolex satmamaya ikna etmeyi düşünüyorum.
Toplumsal statü ve saygınlığınızın bindiğiniz araba gibi metalarla ölçülmesi beni ilgilendirmediği için rahatsız da etmezdi ancak bizzat yaşayınca farklı oluyormuş. Bisikletle işe gidip gelmek daha sağlıklı ve gerçekten de daha ekonomik olduğundan, olsa olsa bir övünme vesilesiyken, Öğretmen filminde seyyar satıcılık yaparken öğrencisine yakalanmış Kemal Sunal gibi boynumuzu bükmemizi bekleyen bir toplum var karşımızda. Aynı toplum, Hüsnü öğretmen gibi delirdiğimizi de düşünüyor olabilir mi?
İçindeki outdoor ruhu örselenen sadece ben miyim?
***
Bu yazıda, yaygın olmayan alışkanlık ve etkinliklere başlarken cesaret kırıcı yaklaşımlarla karşılaşabileceğimizi, kendi yaşadıklarım üzerinden anlattım. Outdoor aktivitelerine ilgi duyan herkesin benzer şeylerle karşılaştığına inanıyorum. Bununla birlikte, uygulayıcı sayısı arttıkça uygulamalar normalleşiyor. Maratona katılan her bir fazladan kişi, çevresinin de er geç kabulünü ve saygısını kazanıyor. Bisikletle işe gidenler çoğaldıkça, teşvik edici kamu uygulamaları ve bisikletçileri koruyan denetimler artıyor. Hiking yapanlar, trekking yapanlar, tırmanışa gönül verenler çoğaldıkça önce garipseniyorlar belki, belki önce alayla karşılaşıyorlar. Oysa geldiğimiz noktada, içimizdeki outdoor ruhu örselendikçe, dövülen bir çelik misali, daha sağlam, daha güçlü olduğumuzu düşünüyorum. Yaptıklarımızı gururla paylaştıkça içinde bulunduğu durumdan usanmış bir başkasına, ilham ve cesaret veriyoruz.
İlk yorum yapan siz olun