İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Prof. Dr. Sinan Canan BodyTR’de!

Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencilerinin fizyoloji derslerinden, televizyon izleyecilerinin “Küçük Muhteşemdir” belgeselinden tanıdığı bir isim Sinan Canan. Kendisi bundan böyle, sağlıklı yaşamla ilgili yazılarını paylaşacak Bodytr üzerinden. Kendisini okutan bir kalemi olan sayın Canan’a çok teşekkür ediyor, “hoşgeldin” diyor ve kendi sitesinde (http://www.sinancanan.net) yayınladığı “Hakkımda” yazısını size sunuyorum. Öncesinde ise Küçük Muhteşemdir belgeselinin tanıtım filmi var (hâlâ izlemeyenleriniz için). [BodyTR Editör]

Dr. Sinan Canan’ın Dr. Şebnem Gülen’le birlikte sunduğu Küçük Muhteşemdir adlı bilim belgeselinin tanıtım filmi. (Detaylı bilgi içeren TRT sayfası: http://www.trt.net.tr/televizyon/sayfa/detay.aspx?pid=19258)

Sinan Canan Kimdir? (Kendi Kaleminden)

Bu sayfada kısa hayat hikayemi bulacaksınız. Bakalım doğumunu takip eden 36 yıl boyunca Sinan Canan’ın başına gelen önemli hadiseler neymiş?

Dediğim gibi, adım Sinan CANAN. Bu ismi ben seçmedim ama, herhalde ben seçsem daha iyisini seçemezdim. Gayet kafiyeli ve de hoş (ama kesinlikle bakan veya üst düzey bir general adı olmamalı. Eski üniversitemin dekanlık koordinatörlüğünde çalışan Hatice hanım, adımın “piyanist şantör” adı gibi olduğunu söylemişti. Gurur duydum!). Önce adımı Murat koyacaklarmış ama, amcam demiş ki, “yaw şimdi çocukla Murat 124 diye dalga geçerler. Başka bişi olsun adı…”.

Eee, o zaman 124′ler moda tabii…

Neyse yahu; hayat hikayesine böyle başlanmaz tabii…
İşte dökümanlar aşağıda, buyrun:

ÇOCUKLUĞUM

1972 yılının Mart ayının lapa lapa karlı 25. Günü (Cumartesi), sabaha karşı saat 5:30′da, Ankara Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde, ebe Gülfem Türköz’ün yardımlarıyla dünyaya gelmişim (Ebe konusuna birazdan yine dönünce şaşıracaksınız). Bu -mışım eki de olayları hatırlamadığımdan dolayıdır, yoksa yazım hatası değil. Neyse, yine muhtelif rivayetlere göre, annemin karnındayken, doğumdan az önce, göbek kordonu (corda umblicalis) vücuduma -özellikle de boğazıma) dolandığı içindir ki, mor bir bebek olarak doğup, ilk haftamı annemin tuhaf bakışları altında geçirmişim. Ama söylenenlere göre, bir hafta sonra nur topu gibi bir bebek olmuşum (Ampul gibi bişey..).

İlkokula gidinceye kadar olan yaşam dönemim hakkında hatırladıklarım fazla değil. Ama yine de hatırladıklarımı burada anlatmaya kalkarsam, kimse bu yazının sonuna ulaşamaz (ulaşan da orada kalır). Ama şunları söylemeliyim ki, çok uslu bir çocukmuşum. Annem beni sandalyeme oturtup saatlerce ev işi yapabiliyormuş. Önce felçli falan olabileceğimden şüphelenmişlerse de, daha sonra bunun hayat boyu nöbetler halinde devam edecek olan derin düşünce hallerinden olduğunu anlamışlar. Fakat bir gün, sonraları edindiğim “evde kaldırabileceğin ne bulursan balkondan aşağıya at!” içgüdüsüne uymak üzere, yaylı divan üzerinde zıplayarak balkondan atmak üzere avizeye ulaşma çabalarım, “çotanks!” diye kafa üstü yere düşmeme ve kafamda 7,5 cm çapında bir yarık açılmasına sebep olmuş. Doktorlar, küçükken çok fazla olan zekamın bir kısmının oradan kaçtığını söylüyorlar. O kaçan miktarın yarısına sahip olanlar bazı adamların, devlet idaresi, profesörlük falan gibi işlerle uğraştıklarını görmüşlüğüm de vardır… Valla..

Babam Mustafa Canan, annem de Güzin Canan’dır. Babam (Konya) Ermenek, annem ise Artvin Şavşat doğumlu. Yıllarca Türkiye haritasına bakıp bakıp, “annemle babam nasıl buluşup da evlendiler?” diye çok düşündüm. Eh öyle ya, Konya neree, Artvin nere… Hala da kavrayabilmiş değilim.

Her çocuğun geçirdiğini düşündüğüm oyun oynama dönemi ise bende biraz garip geçti. Misket oynamayı hiç öğrenemedim. En büyük zevkim evde oturup önceleri Hayat ansiklopedisinin resimlerine bakmak, ilkokula gitmeden 1,5 yıl önce okumayı sökünce de bu ansiklopedileri okumaktı. En çok Anka kuşunun hikayesini severdim ve belki 500 kez okudum (Ama şu anda hatırlayamıyorum). Bildiğim oyunlar: Ebelemece, saklambaç, zıldırzımba ve… o kadar. Bir de uzun eşek vardı ama, biraz iri olduğumdan beni hep yastık yaparlardı. İlk söylediğim kelime ise “Pirelli Lastik” olmuş (TV reklamlarından). Üç sene boyunca da sadece Pirelli Lastik demişim…

Derken efendim, ilkokula başladık. Birinci sınıfı, oturduğumuz yerdeki (Etlik-ANKARA) İncirli ilkokulunda okudum. Öğretmenimizin ismi Turan Ergün idi. O adamcağızı çok severdim. Sınıfta ilk kırmızı kurdele alanlardan birisi de bendim ama, Turan bey kurdeleyi takmadan 5 dakika önce altıma çiş yaptığım için, bütün sınıfa maytap olmuştum. Bir de o zamanki en büyük zevkim, arkadaşım ve komşumuz Bora Berkay ile, papatyaların ortasındaki sarı kısmı yemekti (bazıları acı oluyor, ıyyy, dikkat!). Ayrıca en iyi arkadaşlarım Derya Nur ve Tiğinçe’den (Bora’nın kızkardeşi) bahsetmezsem olmaz (Nitekim Derya ile çeyrek asır kadar sonra Facebook’da buluşunca bu bölümü de eklemek farz oldu!).

Hani, “çok güzel günlerdi” denir ya; işte aynen öyleydi!

İlkokul ikinci sınıftan itibaren ise, (halen tam çözemediğim bazı nedenlerle) Ergenekon ilkokulu’na geçtim. Oradaki öğretmenimiz ise Saadet Şaşmaz idi. Sesimin tizliğinden dolayı, neredeyse haftanın beş günü, derslere girmeden önce, Atatürk büstünün önündeki platforma çıkıp, tüm okulun öğrencileri önünde “TÜRKÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜMMM DOORUYUUUUMMM…” diye bas bas bağırırdım. Onlar da yazık, öylece tekrar ederlerdi (bu arada sıra arkadaşım İlke’nin annesinin de Fransız olduğunu belirtmeliyim :)). Sınıfımızda Kaan Albayrak diye bir çocuk vardı. Galiba üçüncü sınıfta iken gelmişti ve herif ilkokulu bitirene kadar canıma ot tıkadı! Neredeyse her teneffüs bir bahane bulup beni döverdi. Beşinci sınıfa kadar birkaç yüz posta sopa yedim. Body Building’e başlamaya işte o zamanlar karar verdim ama, babamdan bunun için izin almam 6 yıl sürdü. Bir de hiç unutamadığım bir anım, aylarca eşşekler gibi çalışıp hazırlandığımız 23 Nisan törenlerinin yağmur çiselediği için iptal edilmesidir. Hiç unutmam, tören günü sahasının ortasında öyle şey gibi kaldık. Zaten 23 Nisan kutlamaları benim için o zamanlar hep facialı geçerdi. Bir önceki sene de, taaa Çankaya’dan Kızılay Zafer Meydanı’na, sabahın ayazında (tören geçişi için) yürütüldükten sonra, çok üşüdüğümden olsa gerek, Zafer anıtına çelenk konmasını müteakip okunan İstiklal Marşı sırasında, gene çişimizi koyuverdik (ama bu kez yalnız değildim)! Artık bir aşama daha katetmiş, halka açılmıştım ve galiba bu olaydan sonra bir hafta kadar, katatonik bir halde evde oturmuştum (yoksa üç gün müydü?) Iyyy…

Ha, bu arada, kardeşimi unutmamam lazım. Adı Selim Canan. Kendisi, ben iki yaş dokuz aylıkken dünyaya gelmiş. Annemler onu (hastaneden) eve getirirken “Ay Sinan şimdi kardeşini kıskanır. Dur şuna bir sürpriz yapalım” diyerek, Selim’in kundağının içine bir paket çukulata koymuşlar. Hesapta ben kundağı açıcam ve TAADAAAA… işte çukuçuku.. Ama kazın ayağı pek de o şekil olmamış. Kundağı açma kısmına kadar her şey normal de, kundak açılıp da benim çukulataya uzanmamla birlikte, sevgili kardeşim, parabolik bir tarzda kafamın tepesine işeyivermiş (önce dosdoğru havaya, sonra kafama). Tabi çocukcağızın bir suçu yok ama, yaklaşık 18 yıl sürecek olan bir kardeş boğazlaşması bu hadiseyle başlamış. Ergenekon (şimdi Mimar Kemal) ilkokulunda da kendisiyle beraberdik. Öğretmeni Yurdanur hanım, kardeşime, kendisine “teyze” yerine “öğretmenim” dedirtmeye çok uğraştı. Maalesef başaramadı ve sadece siyatik olduğuyla kaldı.

Kardeşim Selim Canan şu anda kuyumculuk yapmakta olup, iyi bir esnaf ve amatör bir motosiklet tutkunu olarak hayatını devam ettiriyor. Zaten küçükken belliydi onun esnaf olacağı… Henüz 6 yaşında iken babam ona bir para kasası almıştı. Adam onun içine bi para biriktirdi, benim gözlerim de yerinden oynadı. Ben parayı henüz diğer selüloz ürünlerinden ayıramazken, benden 2 küsür yaş küçük kardeşim, hatırı sayılır bir sermaye edinerek zengin olma yolunda emin adımlarla ilerliyordu. Eh, ben de çocuk aklımla gıcık olurdum. E o zaman düşünemiyoruz işte, otur sen de biriktir. Zırt pırt onun kasasını kurcalardım ve de Selim farkettiği anda da kıyamet kopardı (O zamanlar evdeki kıyamet ortalaması günde 3.8 idi..).

İlkokulu şöyle böyle bitirdim (karnem hep “pekiyi” idi.. valla.). Ortaokula ise Ankara Atatürk Lisesi’nde başladım. İlk günlerde yabancılık falan derken, Yalçın Türköz diye bir çocukla samimi oldum (Soyadı tanıdık geliyo mu?). Daha sonraları ise, aynı semtte birkaç sokak yukarıda oturan bu can ciğer arkadaşımın annesinin, hayatının en büyük hatasını, benim doğumuma yardımcı olmak şeklinde gerçekleştirdiğini öğrendim. Evet, gerçekten de Yalçın, benim doğumumu yaptıran ebemin oğluydu. Annemle Gülfem Teyze (ebem yani..) karşılaşınca da birbirlerini tanımasınlar mı?? Gerçekten ilginçti. O günden sonra, her türlü dalaşmamda bana ebemi ilgilendiren küfürlerle yaklaşmaya çalışan rakiplerimle Yalçın bizzat ilgilendiğinden, dayak yeme yüzdem bayağı bir azaldı.

Olaya Bak-1

Doğduğumda şöyle “kıllı ve mor” bir şey olduğumu söylemiştim sanırım. İşte o günün ertesi günü, babam da doğum nedeniyle yedek subay olarak askerliğini yapmakta olduğu birliğinde izin alarak Ankara’ya gelmiş. Önce eve uğramış tabii. Dedemle babaannem de bu arada evdeler ve benim tuhaf görünüşlü bir bebek olarak dünyaya gelmiş olmam onları sanırım biraz üzmüş. Babam eve gelip de dedemin yüzündeki üzgün ifadeyi farkedip henzü kapıdan içeri bile girmeden “Hayrola, ne oldu?” diye sormuş. Dedem tereddüt içinde “Oğlum, Güzin doğum yaptı ama…” diye bir an duraklayınca, babam lafın gerisini dinlemeden fırlayarak evden çıkmış; hızla Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ne intikal etmiş. Fırtına gibi içeri dalarak annemin kaldığını daha evvelden bildiği hasta odasına dalmış. Yatakta yatmakta olan yeni doğum yapmış kadına doğru, üzerinde yedek subay üniformasıyla yarı bağırarak ve “Nooldu!? İyi misiniz!? Ne var!?” falan gibi bir şeyler diyerek odaya dalınca, ufak çaplı bir panik yaşanmış; zira o gün annemle beni başka bir odaya nakletmişler ve o odaya da yeni doğum yapmış bir başka kadıncağızı yerleştirmişler. Neyse efendim; babam bunun üzerine, kadıncağızı korkudan irileşmiş gözlerle ardında bırakarak hızla oradan çıkmış. Doğru odaya girmiş, bizi bulmuş, önce anneme, sonra da kundağı açıp bana bir bakmış ve rahat bir nefes almış (hemen ardından da milleti fırçalamış;” ne var bunda; ödümü kopardınız” diye!)

Fakat işin esas ilginç tarafı yıllar sonra yaşanıyor. 2002 yılında Ankara’da annem (ben Samsun’da doktoramı yaparken), bayan arkadaşları ile birlikte kabul gününde iken bir bayanla ilk kez tanıştırılıyor. Söz oradan buradan dolaşırken, çocuklara ve doğum mevzuuna, oradan emzirme meselesine giriliyor. Annemin yeni tanıştığı bayan üzüntülü bir ses tonuyla çocuğunu hiç emziremediğini, zira doğum yaptığı gün odasına aniden dalan bir askerden çok korktuğu için sütünün kesildiğini anlatıyor! Annem, kırmızı bir yüzle olayı biraz daha soruşturunca gerçek ortaya çıkıyor tabii…

Eee, Ankara küçük yer nitekim!

Ortaokul son sınıfa kadar her şey iyiydi ama, son sınıfta üç dersten çaktım (yani bütünlemeye kaldım). Bunlardan biri de matematik olunca, mecburen o yazı matematik kursunda geçirdim. Bu benim için kaynar yağ dolu bir kazana baş aşağı sarkıtılmaktan daha eziyyetli bir şeydi. İşte bu bunalımlı durumlardayken, bir gün, yine can ciğer bir arkadaşım olan Murat Kesim, heyecanlı bir şekilde okula geldi (o matematikte sınıf birincisiydi ama öyle muhabbetine gelirdi). Okuldaki gizli yerimize (girişte bulunan elektrik trafosunun arkasına) geçtikten sonra, baklayı ağzından, daha doğrusu cebinden çıkardı. Bir paket Parliament sigarasıydı bu. Hemen birer tane yaktık tabii. Hem heyecandan, hem de acemilikten, ilk sigaraları saniyeler içinde yedik bitirdik. Daha sonra ise ben içime çekmeyi denedim. Hiç bir şey olmadı!

İşte o günden beri sigarayı bırakmaya çalışıyorum.

ERKEN GENÇLİK DÖNEMİ

Lisede, Ankara Etlik Kanuni Lisesi’ne başladım. İyi mi ettim, kötü mü bilinmez ama, feleğin çemberinin yarıçapını ve kendisine teğet olan eşkenar üçgenlerin özelliklerini işte burada öğrendim. Arkadaşlarımın bir çoğu (maazallah) pek bir tecrübeliydiler. Nasıl olduysa sağlam bir şekilde lise son sınıfa geldim (bu, araştırılmaya değer bir konudur bence). Her sene muhakkak 2-3 tane bütünleme Allah’ın emriydi. Son sene ise tam 5 tane… hem de 5 büyükler: Fizik, Kimya, Matematik, Edebiyat, Tarih (yani herhalde bunlardı. Emin değilim ama bir tek Biyoloji’min ve İngilizce’min 10 olduğunu hatırlıyorum).

Neyse, tabii bu arada üniversite sınavı da var. Biyoloji dersine ilk girdiğim günden beri bu konuya takmış olan ben, kazanabileceğim bütün biyoloji tercihlerini sıralamıştım (Tabii bu arada rahmetli babaannemin hatırı kırılmasın diye 2-3 tane de tıp yazmıştım, ama bilemezlerdi ki, Tıp kazanacak kadar soru yapabilmek için, belli bir süre sınavda oturmak gerekiyor… ben sıkılırım ne o öyle bıdı bıdı kutucuk karala dur..). Sınava girdim ve bitimine 50 dakika kala sıkılarak (ve biraz da sıkışarak :-)) çıktım. Sınavdan sonra soru kritiği yapmaktan nefret ettiğim için de, ne yaptığımı bilmeden öylece dolandım durdum. Bana kalsa hayatta kazanamayacaktım. Ama sonuçları Ankara Çamlıdere yaylasında tatilimi yaparken, arkadaşlarımın durumuna bakmak üzere aldığım sınav gazetesinden öğrendim (valla billa). Hacettepe üniversitesi Biyoloji Bölümü… Sonrasında sanırım bir hafta kadar zıpladım…

ÜNİVERSİTE

Üniversiteye başladım. İlk iki sene neredeyse hiçbir kimya dersine doğru dürüst girmedim. Dolayısıyla 4 yıl kadar kimya aldım. Bir hayli şiştim. Sonuçta bu sayede, 4 yıllık okulu 6 yılda bitirmeye hak kazandım. Ama hala kimya nedir bilmem. Yabancı dilim ise matematik. Çok yabancı çook…

Üniversitedeyken çok eğlenirdik. Niye mi? Bige Öden (şimdi Bige CANAN, yani eşim..), Sami Kubuş (Camoka), İhsan Üvez (tanımlanamayan garip cisim), Ali Derya Bal (Bluesman), Güneşin Aydemir (greengirl), Boğaçhan Karasu (the Legend), Oğuzhan Çağlayan (Benlibasçı), Zafer Yazıcı (Victory Printer), Kenan Akçora (Albay), Bülent ve Levent Başara (bunlar kardeş, biri gitarcı, öbürü menajer) ve daha bir çokları oradaydı da ondan. Bi de KNIGHTMARE vardı o zaman. Bizim Heavy Metal grubumuz. Accaip eğlenirdik (Babam biraz mutaassıp olduğundan, gitar alma fikrine uzun süre karşı çıkmıştı. Fekat ben bir Ramazan günü, babamın başına bir ekşidim; saniyede dört kez “ben gitar istiyooom” diye bağırınca, en sonunda dayanamadı ve “al ulan sana birbuçuk milyon (büyük paraydı o zaman) ne halt edeceksen et” dedi. Ben de istediğim haltı etmekte bir an bile tereddüt etmedim. Gidip uzun süredir gözüme kestirmiş olduğum gitarı (EKO marka) aldım. Sonra da evdekileri doğduklarına pişman ettim!! CAAARTTT CUURRTT CAZIIRT falan gibi sesler çıkıyordu, malum..Hem de günde en az 8 saat..).

Knightmare ise Ankara’da halen müzik yapmaya devam ediyor. Fakat şu an itibariyle neredeyse on yıldır hala benim parçalardan 5-6 tanesi çıkacak albüm için sırada beklemekte (eh, çocukların da işleri yoğun herhalde… Grup tarihçesinde ve albümlerinde ise ne adımız ne sanımız var! Olsun, canınız sağolsun be gençler…

Üniversiteye girmek bana 6 yıla maloldu ama, yaşanan şeyler bir yana, bir de aşık olup evlenmeme sebep oldu. Şimdiki eşim olan Bige CANAN (o zaman ÖDEN soyadıyla anılırdı) benimle aynı zamanda, aynı bölüme geldi ve olanlar oldu. Bilirsiniz işte, ışıklar çaktı , sabahları insanın yataktan kalkmak yerine zıplayıp 4-5 parende attığı dönemler başladı; yani aşık olundu. O benden 2 yıl önce okulu bitirdiğinden (ve de biz o zamanlar ilişkimize 1,5-2 yıllık bir ara vermiş olduğumuzdan), benim okulu bitirip, iş güç sahibi olup, bir de kendisiyle barışmak için çöllerde taklalar atıp arabesk şarkılar söylemeye mecbur kalmam sonrasında, yani tam 8 yıl sonra, evlendik (tarih: 28.02.1998). Şimdi aynı evde oturuyoruz ve buna yavaş yavaş da alışmaya başladık. O bana mandalina soyuyor, ben ona ekmek alıyorum falan. Kısacası; mutluyuz çok şükür.

AKADEMİK MACERA

Ben ki; Biyoloji Bölümünü 6 senede bitirmiş adamım; akademisyen olmaya karar verdim. İyi de etmişim sanıyorum; çünkü herhangi bir yan etkisini (bu güne kadar) görmedim (?).

Öncelikle Samsun Tıp Fakültesinde Histoloji-Embriyoloji eğitimim başladı. O bölümde yaptığım yüksek lisans sırasında Süleyman Kaplan diye bir adamla tanıştım. Ondan sonra “hayatım kaydı”! Bu bahsettiğim kişi, benim yüksek lisans hocamdır ve hiç yorulmayan, dinlenmek için çalışan, asla kızmayan ve adeta pozitif enerji reaktörü olan bir insandır kendisi. Halen böyle bir insanın Türkiye şartlarında nasıl yetişitiğini bir fizyolog olarak dahi açıklamaktan acizim. Bizleri yataklarımızdan kaldırıp laboratuvara sokan bu insan, etrafında oluşturduğu çalışma grubunun her bir üyesini, kabiliyetlerinin çok çok üstünde işlere yöneltip, onlardan inanılmaz verimler elde etme yeteneğine sahiptir. Onunla tanıştığım günden beri boş geçirdiğim her bir an için kendimden utanır oldum. Ayrıca hiç zorlamadan, asla tebessümünü eksik etmeden, kızmadan, usanmadan insanları bu derece organize edebilen; ve hatalarını hemen kabul edip büyük bir hızla düzletebilme yeteneği, yani kişisel uyarlanabilirliği inanılmaz olan böyle bir adamı bana anlatsalardı, kesinlikle inanmazdım. Ama Allah sizi inandırsın; böyle birisi yaşıyor.. Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Histoloji Embriyoloji A.D.’da profesör şu anda… Ve her “iyi adam” gibi saçma sapan bir sürü “sistem robotu” ve bir dizi “kifayetsiz kerkenez” ile uğraşmak ve didişmek durumunda… Kendisine kolaylıklar dileyeceğim ama, sanıyorum buna pek ihtiyacı yok.

Yüksek lisans tezimi tamamlamak üzere iki-üç aylığına Danimarka’nın başkenti Kopenhag’a gittim (Elbette ki S. Kaplan’ın “iteklemeleri” sayesinde). Kopenhag kriterlerini yerinde öğrendik geldik netekim. Orada stereoji laboratuvarında üç ay kadar çalıştım ama, hala etkisinden kurtulabilmiş değilim. Eh benim gibi bir “aç tavuk” için orası bir kaç futbol sahası büyüklüğünde bir bilim “ambarı” idi. Fakat bursum altı ay süreli olmasına rağmen, Türkiye’deki tezimi teslim etme vaktim pek bir sıkıştığından alel&acele Türkiye’ye döndük (bana hala dönmemişiz gibi geliyor ama neyse…)

Olaya Bak-2:

Kopenhag’da çalıştığım laboratuvarın fotokopi makinası bedava çalıştığından, ne kadar kitap, makale, hatta kütüphane bulursam, fotokopisini aldım. Dört beş fotokopi kağıdı kolisini dolduracak kadar makale-kitap vs fotokopisi almıştım (ee, o zaman internet falan yok tabii). Fakat gelin gelelim dönüş uçağında yükümüz 110 kg fazla çıkınca, o bedava fotokopiler için (1998 parasıyla) 70 milyon TL ödedik. Böylece “astarı yüzünden pahalıya gelmek” deyimini yerinde öğrendik. Siz denemeyin diye bu anektodu anlatayım dedim…

Sonra efendim, tezimizi verme konusunda tam günü gününe yetişemeyince, bürokrasi ve esnekliğini kaybetmiş (aslında istemli olarak ameliyatla aldırmış) zihniyetlerle ufak tefek çatışmalar yaşadık. En sonunda, bölüm değiştirmem karşılığında tezim kabul edildi (ayrıntısını ne siz sorun ne de ben söyleyeyim!). Yani artık birileri beni oralarda istemedi (aman, ben de öldüm öldüm dirildimdi!). Amma; bana çok iyi birer “negatif” örnek oldukları için onlara hep minnettar kaldım. Artık nasıl olmamam ve ne yapmamam gerektiğini biraz daha iyi biliyorum :-)) Neyse; bunun üzerine hemen yan binadaki Fizyoloji anabilim dalındaki hocalarımın daveti üzerine oraya başvurdum ve doktora sınavını kazanarak Fizyoloji bölümünde doktora eğitimime başladım. Sağ olsunlar, Fizyoloji anabilim dalının tüm hocalarım bana büyük destek oldular. Akademik işlerin ayrıntıları için tıklayınız.

Bu sırada, 19 mayıs 2000 tarihinde, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Hastanesinde bir “melek” dünyaya geldi. Adını uzun araştırmalardan ve internet anketlerinden sonra Aybike Canan koyduk.

16 Ekim 2001 günü, çok sevdiğim bir insan bu dünyadan ayrıldı. Dedem Emin Canan’ı, en büyük yaşam örneğimi, o gün uğurladık bu diyardan. Vefatında maalesef yanında olamadım; ama bu dünyadan tebessümle uğurlanacak nadir insanlardan olan o büyük adamı hep yanımda hissederim. Mekanı cennet olsun…

2003 yılında günlerden bir gün kardeşim Selim bana bir Sony DSC F505v marka sayısal fotoğraf makinası hediye etti. İşte o günden sonra sayısal fotoğrafçılığın önüme açtığı imkanlar sayesinde tüm dünyaya olan bakışım değişti. O gün bu gündür, vakit bulduğum kadarıyla sayısal fotoğrafçılık benim için vazgeçilmez uğraşlardan birisi haline geldi. Son zamanlarda ayrıdğım zaman oldukça kısıtlı olsa da, teknolojinin nimetleri sayesinde çok güzel ve eğlenceli çalışmalar çıkmaya devam ediyor. Genellikle yakın (macro) doğa fotoğrafçılığı, soyut-abstract fotoğraflar ve sayısal düzenleme (dijital manipülasyon) alanları ilgimi çekiyor. Fotoğraf çalışmalarımı şu anda Facebook’daki sayfamda ve ileride buralarda açmayı planladığım fotoğraf galerisinden izleyebilirsiniz.

Akademik olaylara dönersek: Nasıl oldu anlamadım ama, doktora tezimi de bitirdim. Bana verilen konu ile sonuçta ortaya koyduğum tezin pek fazla alakası yoktu ama, bir takım yeni yöntemleri denemek adına güzel bir çalışma olduğu kanaatindeyim (jurimin büyük çoğunluğu da öyleydi sağolsunlar). Tabii bizim mesleği bilenler bilir, doktora biterken insan bir kadro telaşına giriverir.. Hani nerede devam edicem, noolcam, işsiz mi kalcam ben şimdi falan gibi ruh hallerinin birinden çıkar diğerine girer insan. Bende her zaman olduğu gibi yine çok fazla olmadı böyle şeyler.. Sadece hafifçe merak ediyordum ne olacağım diye. Elbette tüm lisans üstü eğitimimi yapmış olduğum Ondokuz Mayıs Üniversitesi’ne girmeyi gönlüm isterdi. Bir çok gönül de sanırım bunu istemişti ama, olmadı. Olmadı çünkü, bir çok dünya üniversitesinden farklı olarak Ondokuz Mayıs Üniversitesi, alacağı elemanlarda “bilimsel liyakat” ve “yeterlilik” dışında başka bir çok vasıf arıyormuş o dönemde (ne bileyim ben, değil mi?). Konuyu fazla dağıtmayayım, bilirsiniz işte… En son bir “Allahaısmarladık” randevusu alayım dedim büyüklerimizden (hani var ya, rektör, dekan vs. Hani o kadar ekmeğinizi yedik hesabı); fakat gelin görün ki, feci terslendim (hoyda bre!). Kim olduğunuzun değil, kimlerle durduğunuzun ve nasıl göründüğünüzün ne kadar önemli olduğunu o gün anladım.

Şöyle bir bakıyorum da şimdi… Neyse, bakmayayım daha iyi 🙂 Yahu ne acaip şeyler var şu canım memleketimde!!! Dur bakalım daha neler göreceğiz?… Bir ara oralardan ilginç anılarımı yazacağım; ama tabii ancak akademisyenlikle ilişiğim kesildikten sonra olur; zira yazarsam zaten ilişkiler kesilir muhtemelen!

Tezimi bitirdikten sonra, bahsettiğim nedenlerle kendime bir yer ararken, Başkent Üniversitesi’ne başvurabileceğimi öğrendim ve öyle de yaptım. Sağolsunlar onlar da akademik geçmişimi ve dosyamı beğenmişler ve böylece beni işe aldılar (bilimsel yayınlardan falan başka da bir şey sormadılar, hayret!). 4 Mayıs 2004 Salı günü, özel bir üniversitedeki ilk mesaime başladım.

17 Haziran 2004 günü ise özel bir öneme haiz: Amca olduğum gün! kardeşim Selim Canan ve eşi Elif Canan’ın nurtopu gibi bir oğulları oldu. Adını Mehmet Emin Canan koydular. Doğumunun hemen sonrasında geçirdiği bir rahatsızlık bizi biraz korkuttuysa da, çok şükür şimdi kocaman, yakışıklı mı yakışıklı bir delikanlı olma yolunda emin adımlarla ilerliyor.. Allah uzun ve hayırlı ömürler versin! Amcalık güzel bir şey…

Tam da Başkent’li olmuştum ki, bir mucize daha gerçekleşti! 27 Ağustos 2004 Cuma günü saat 11:15′de ikinci çocuğumuz Metehan Canan teşrif ettiler (resimleri burada)… Yeni bir bebek, binlerce yeni umut demek. İnşallah tüm bebeklerle birlikte Metehan da bahtı açık bir insan olur…

Tabii Ankara’ya gelince boş durulur mu? Hayır durulmaz elbette. Ben de hemen eski arkadaşlarla bir kafa kafaya verme operasyonunun akabinde yeni rock grubumuzun temellerini (yeniden) attık. Yıllar sonra müziğe dönmek oldukça heyecan verici. Grubumuz (B.A.R.U.T. – www.barutrock.com) gitarlarda ben ve Atıl Albayrak, basta Alpay Eker, klavyede Ersin Aslantürk, davulda Serkan Alagök ve vokalde Anıl Kartal’dan müteşekkil. Şu aşamada kendi aramızda eğlensek de, güzel işler çıktıkça ciddi bir takım projelere gireceğiz galiba.. Neyse, becerirsek zaten duyarsınız… Parçalardan örnekler yakında www.barutrock.com adresinde olacak.

Ankara’da başlayan bir başka önemli olan, aylık haber dergisinde yazar olma sürecinin temellerinin atılması. Şu anda Haber Ajanda dergisinin Genel yayın Yönetmeni ve Aktüelya yayıncılık’ın sahibi Yavuz Selim abimiz sayesinde, önce Kırmızı Çizgi, ardından Haber Ajanda Dergisinde düzenli yazı yazma serüvenime başlamış oldum. Halen de devam eden bu süreç, benim için oldukça öğretici bir tecrübe olmaya devam ediyor.

Hayatın Ankara etabına devam ederken, Ağustos ayı dolaylarında sevindirici bir haber daha aldık. Üçüncü “küçük Canan” kısmetse Şubat ayı gibi evimizi teşrif edeceklerdi. Netekim, 1 Mart 2006 günü bir mucize daha gerçekleşti ve Melike Canan dünyamızı teşrif ettiler!

Bununla da bitmedi tabii; 27 Ağustos 2008 günü, yani Metehan Canan’ın dördüncü doğum gününde ikinci kez amca oldum. Zira Selim ve Elif Canan’ın ikinci oğulları, Mehmet Emin Canan’ın küçük akrdeşi Kerem Canan, işte o gün dünyaya geldi. Allah hepsine, hepimizin çocuklarına hayırlı ve güzel ömürler versin inşallah…

Geçen yıllar boyunca başta Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi olmak üzere, Sağlık Bilimleri Fakültesi’ne ait “Hemşirelik ve Sağlık Hizmetleri”, “Beslenme ve Diyetetik” ve “Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon” bölümleri ile Diş hekimliği Fakültesi’ne yüzlerce saat fizyoloji dersi anlattım. Her biri harika anlar olan bu dersler sırasında, benden sonraki neslin ilk temsilcileri olan harika gençlere hocalık yapma onurunu yaşadım, yaşıyorum. Her birinin ileride mesleklerinde çok başarılı insanlar olacağına emin olarak, onlara bir şeyler öğretebilmiş olmanın gururunu ömür boyu yaşayacağım. Bir çoğu ile dostluğumuz halen devam ediyor ve sanıyorum hayatımda kazandığım en değerli dostlarımdan olacaklar…

Daha neler oldu? 2008 yılının Ekim ayı bir başka önemli olaya tanıklık etti: SinanCanan.net’de ve Haber Ajanda dergisinde yayınlanan makalelerimin genişletilmiş ve belli konu başlıkları altında toplanmış bir derlemesi, “Fraktal Düşünceler” adlı bir kitap olarak basıldı. Yıllarca orada-burada yazsanız da, yazdıklarınızı bir kitap halinde önünüzde görmek heyecan verici. Umarım okuyan herkes benim aldığım keyfi alır buradaki konulardan…

—————————————————–

Kimsenin hayat hikayesi bitmez. Ama benimkinin özeti böyle. (Çok şükür hala devam ediyor; yani en azından bu satırları yazarken öyleydi… Artık varın gerisini siz hayal edin. Hem zaten bu yazıyı sonuna kadar kimse okumaz. Ben de bir web sörfçüsüyüm, biliriiim… Dolayısıyla, size bişey olmasın.

Ama ibret almadan gitmeyin bak. Darılırım… 🙂

1972: Doğduğum yıl. Öncesini şimdilik geçelim…

1989: Ankara Ergenekon (Mimar Kemal) ilkokulu, Ankara Atatürk Lisesi, Ankara Kanuni Lisesi gibi ilginç yerlerden aldığım bazı belgeler ve girdiğim garip bir sınav sonrasında üniversiteye, Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü’ne başladığım tarih. Ama hepsinden önemlisi, her ne kadar o zaman bilmesem de müstakbel eşim Bige Öden ile tanıştığım senedir.

1993: Babamı bana bir elektrogitar almak üzere ikna edebildiğim yıldır kendisi… O sunta gövdeli ama güzel sesli ve havalı endamlı gitarı hâlâ saklarım. Bir de bu yıl ilk defa “beste yapabildiğimi” farketmiştim. İlginçti. Hâlâ yaparım.

1994: Hacettepe Üniversitesindeki arkadaşlarla Knightmare adlı heavy metal grubunu kurduğumuz tarih. Kendisi hala faaliyettedir ve bizden bir tek Bülent Başara devam ettirmektedir olayı.

1995: Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü mezun olduğum yıl (evet, 4 seneydi ama ben 6 yıl kaldım, sevdim orayı). Bu yıl aynı zamanda hiç hesapta yokken bir tıp fakültesinde (Ondokuz Mayıs Üniversitesi-Samsun) yüksek lisans yapmaya başlama yılımdır. Ayrıca Knightmare grubunun ilk büyük konserini verdiği yıl da bu yıldır. Bu yıl aynı zamanda ilk kez Ankara’dan ayrılarak denizi olan bir memlekete yerleştik…

1998: Bige Öden ile evlendiğimiz ve onun artık Bige Canan olduğu yıl. Yani galiba doğumumdan sonra hayatımdaki en önemli yıl bu oluyor. Günlerden 28 Şubat idi. Ayrıca bu yıl, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji A.D.’ndan Yüksek Lisans bitirme yılım. Civciv beyinlerinin hippokampus bölgesinde bulunan sinir hücrelerinin sayısının kan damarları tıkanınca nasıl etkilendiğini araştıran bir tez yazmıştım. Tuhaf adamlardık o zaman tabii 😛

2000: İlk kızımız Aybike Canan’ın doğduğu yıl. Günlerden 19 Mayıs’tı… Tüm Türkiye kutlar sağolsunlar her yıl… Bir de ben bu yıl askere gittim. Burdur’da Nisan-Mayıs ayları arasında 28 gün boyunca vahşi doğa koşulları altında zor bir askerlik dönemi geçirdim (evet, tamam, bedelli yaptık işte, ne var?).

2003: Kardeşimin hediye ettiği ilk dijital fotoğraf makinası (Sony DSC F505v) ile dijital fotoğraf merakımın başlaması da bu yıla rastlar. Şimdi bir adet Pentax K-10D SLR makinam ve bissürü objektifim falan var… Ama vaktim yok maalesef… Gençler, sözüm size…

2004: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji A.D.’ndan Doktora derecesini aldığım o ilginç senedir. Tez konumu ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.
Bu yıl içinde ayrıca Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji A.D.’da çalışmaya başlamıştım ve hatta günlerden 27 Ağustos’ta oğlumuz Metehan Canan dünyaya gelmişti..
Ne yıldı be!

2005: Ankara’ya dönünce eski müzikdaş elemanları toparlayarak Barut adını uygun gördüğümüz bir müzik grubu kurduk. Hâlâ da kurulmuş olarak duruyor, ilginçtir! [www.barutrock.com]. Biz bu aralar bir araya geldiğimizde müzikten daha çok muhabbet etmeyi sever olduk; yaşlanıyoruz sanırsam :/

2006: 1 Mart günü, ikinci kızımız Melike Canan’ın ailemize katıldığı tarih olup, hâlâ her sene kutlanmaktadır.

2007: Toplam 251 saat fizyoloji dersi anlattığım yıldır… Sanıyorum Türkiye rekoru da budur… Gece rüyalarımda sinir hücrelerinden yapılmış bir sal ile karaciğer enzimleri içinde yüzdüğümü falan görmeye başlamıştım… Bizim hanım şahittir…

2008: Adımın başına Yrd. Doç. Dr. gibi garip bir ifadenin geldiği tarih. Ama bu yılın bir önemi, artık kendi kendime site tasarımı yapmaktan vazgeçip olayı blog sitelerine irca etmemdir. Eski siteme saldırıp orayı burayı silen dümbeleklerin sanırım böyle bir faidesi olmuştur; hayırlısı olsun’dur.

2009: Bu sene de yine, Başkent Üniversitesinden ayrıldığım, ev tipi akademisyen olarak hayata devam etme kararı aldığım, doçentlik sınavına başvurduğum ve bu yazı hazırlandığı sırada hâlen devam etmekte olan senedir… Bakalım neler olacaktır?

Allah izin verirse, devam edecek…

Biraz kendimden bahsetmem gerekirse (ki burası benim sayfam olduğuna göre galiba gerekir), dijital fotoğraf çekmeyi, rock müzikle uğraşmayı, yazıp-çizmeyi, güncel bilimsel konular kadar kadim felsefi mevzuları araştırmayı seven, okumayı ve öğrenmeyi her işin üzerinde tutan bir kişiyim. Yani öyle olduğumu sanıyorum, inşallah öyleyimdir…

10 yıldan uzun bir süredir şöyle-böyle tasarladığım web sayfaları aracılığıyla insanlara bir şeyler anlatmak için uğraşmaktayım.

En son yaptığım, el emeği göz nuru web sayfam, hedef fukarası bir kaç hominid tarafından “heck”lenince, soluğu burada aldım (tabii arada bir ay kadar bir tatil de yaptım; canıma minnet ohh). Yayın devam ediyor, asayiş berkemal şimdilik 🙂

“Bu kadar malumatı neden internete koyuyorsun?” diye soranlara da şu yazı ile cevap vermeye gayret edeyim:

Ben Bunları Niye Yazıyorum

Bu web sayfalarını ilk yapmaya başladığım günden itibaren, başta babam olmak üzere, neredeyse tüm tanıdıklarımdan aynı tipte bir tepki alıyorum. Aslında tepkiden ziyade bir soru bu: “Bunları niye yazıyorsun ki?”. Açıkçası ilk başta niye böyle bir site yapmaya karar verdiğimi ben de hatırlamıyorum, ama biraz “şişmiş”tim ve bir şekilde de “boşalmam” lazımdı. Senelerdir, web sayfası hazırlamasam da, milletin garipsediği bir çok şeyi yapageldim (yakında resimlerimi hikâyelerimi ve diğer garip meraklarımı burada görebileceksiniz inşallah). Fakat bunları herkesin erişebileceği bir ortama koymak fikri, ilk ortaya çıktığından beri hem beni, hem kendisini sürekli geliştirip değiştiren bir fikir haline geldi. Şu ana kadar, tüm bunları niye yaptığım konusunda aklıma gelen “neden”leri şöyle bir sıralayayım:

1. Okumayı ve düşünmeyi çok seven birisiyim. Dünyada bundan daha çok sevdiğim bir şey yok diyebilirim rahatlıkla. Bir insanın hayatında yaşayabileceği en heyecan verici tecrübenin bir şeyler öğrenebilmek ve öğrendikçe değişebilmek olduğunu düşünürüm hep. Bu sayfaları yaparkenki temel amacım da, bir şekilde bunu yakalamak. Sayfaların içerik yelpazesi genişledikçe, daha fazla öğrenmeye gereksinim duyuyorum ve bu da benim için başlıca tetikleyici unsur haline geliyor.

2. Kendime düşünce açısından benzeyen insanlara, özellikle benim gibi “fikir yalnızlığı” çeken insanlara seslenmek istiyorum. Aynı şeyleri düşünüyor olmamız veya aynı sonuçlara varmış olmamız gerekmiyor. Sadece, düşünce okyanusunun enginliği karşısında şaşkınlığa kapılabilmiş, fakat bu şaşkınlığı hissedebilecek kapasiteye ulaşabilmekten dolayı şükran duyguları ile dolu olan insanlara ulaşmak için, internetin çok iyi bir yol olabileceğini düşünüyorum. İnsanların küçük akarsular misali kaynaşıp akmasından doğacak ırmakların çok ama çok şey değiştirebileceğine olan inancım tam (Ş. Ferah). Yeter ki akarsuları dolduran sıvı “temiz su” olsun…

3. Bir diğer amacım, hayatımı, düşündüklerimi, yapıp-ettiklerimi, öğrendiklerimi, merak ettiklerimi ve “değişik” yönlerimi insanlarla paylaşmak. Ben kendim internette gezerken, bulmak istediğim, bulduğum zaman sevinçten zıplayacağım gibi bir sayfa yapmaya çalışıyorum. Ama henüz başaramadım :-))

4. İnternette böyle bir yerimin olmasının, internet üzerinde belli amaçlar için dolanan insanlarla buluşabilmem için bir fırsat olabileceğini de düşünüyorum. Aynı anahtar kelimeler peşinde olduğumuz insanlarla birbirimizi bulabiliyoruz (vâkîdir) ki bunu gerçek hayatta becermek son derece zor. Kısacası hedefim, internette öylesine “sörf” (ne demekse?) yaparken değil de, belli bir amaca yönelik olarak buralara gelen ziyaretçiler.

5. Yeni tanıştığım kişilerin beni daha iyi tanıyabilmeleri için de iyi bir veri kaynağı bu tip bir web sayfası. Kendi açımdan olabilecek en objektif (?) tarzda kendimi ve düşüncelerimi aktarmaya çalıştığımdan, benim hakkımda bir şekilde fikir edinmek isteyen insanlar için bir çeşit veri tabanı olarak da görev yapacak. İstediğim sadece bir “homepage”den biraz daha fazlası.

6. Ölmeden önce kendimi en azından bir kaç kişiye anlatabilmek de istiyorum. Bence hayat kendini ifade edebilmek için çok kısa. Belki ilerde bir kitap falan da yazarım.. :-))

7. Son olarak, kafamdan akıp giden düşüncelere bir şekilde set çekmem gerektiğini hissettim. Akıp giden bir nehir gibi, işe yaramayan bir sürü fikrin aklımdan geçip, arkada belli belirsiz tortular bırakmasını istemediğimden, bunları elimden geldiğince yazıp çizerek ve tartışmaya da açarak geliştirmeyi hedefledim. Bunun benim bildiğim en kolay yolu da, düşünceleri bilgisayarımın klavyesinde yazıp, bunları herkesin ulaşabileceği bir yerlere koymak.

İşte ben bütün bunları kabaca bu nedenlerden ötürü yazıyorum. Aslında nedenlerimin sayısı daha da fazla olabilir (hatta benim farkında bile olmadığım nedenlerim de bulunabilir) fakat, şimdilik bu kadarı yeterli galiba…

Sevgilerimle…

Sinan Canan Yazıları

Editör Notu: Dr. Sinan Canan hakkında detaylı bilgi ve kendisinin diğer yazıları için http://www.sinancanan.net adresini ziyaret edebilirsiniz. Bodytr sitesinde, Sayın Sinan Canan’ın yalnızca spor ve sağlıklı yaşamla ilgili yazıları yayınlanmaktadır.

Sigara ile Savaşta Yanlış Yolda Mıyız?
Amatör Vücut Geliştirmenin İdeal Psikolojisi Üzerine
Beş Günde Zayıflama Diyeti

3 Yorum

  1. Aysun Karakaya Aysun Karakaya 10 Mayıs 2011

    Hocam tebrik ediyorum sizi. Bu karizma ile doğrusu sizden çok etkilendim. Başarılar ve mutluluklar dilerim.

  2. Aysun Karakaya Aysun Karakaya 8 Haziran 2012

    Hocam mutluluklar dilerim

  3. hakan kesici hakan kesici 26 Eylül 2012

    abi hayatını orjinal analiz etmişsin. her zamanki gibi orjinalsin ve örnek bir insansın. Bu arada o yaptığın siteleri hackleyenlere öyle demesen be abi :-))
                                                                                    selametle….
                                                                                    Gaziosmanpaşa Üniv. Histoloji ve Embriyoloji A.B.D.
                                                                                    TOKAT/ TÜRKİYE

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir